15 Ekim 2018 Pazartesi

13 Reason Why





“Ölmek İçin 13 Sebep” olarak Türkçe’ye çevrilen “13 Reason Why” isimli Netflix yapımı dizi, ergenlik çağındaki lise öğrencilerinin hayatlarını konu alsa da dizi basit bir “ergen dizisi” değil. Ergenlerin hayatını ve onların hayatlarında yaşadıkları problemleri konu alsa da dizi izleyiciye empati duygusunu oldukça yoğun olarak yaşatıyor ve bu sorunların aslında o kadar da basit olmadığını anlatıyor.

Lisede özellikle Amerika’daki liselerde gerçekleşen zorbalıkların genelde yüzeysel problemlerden dolayı yaşandığını bilsek de gençlerin yaşadığı bu sorunların etkileri oldukça kalıcı ve zarar verici olabiliyor. Dizi bu gerçekleri çekinmeden, sansürlemeden ekrana aktarmış.


İsminden, fragmanlarından ve oyuncularından dolayı bir ergen dramını çağrıştıran 13 Reason Why, göründüğünden çok daha derin konuları irdeliyor. Türk izleyiciye abartılı görünebilecek dertlerle, sorunlarla uğraşan karakterlerin içinde bulunduğu olaylar Amerika için oldukça gerçekçi meseleleri göz önüne seriyor. Üçüncü sezonunun beklendiği dizi hakkında olayların ana karakter olan Hannah’nın dışında devam edeceği söyleniyor. Spoiler içeren bir yazı olacak, önceden uyarmak isterim...

İlk sezonda Hannah karakterinin intihar ettiğine şahit oluyoruz. Hannah, ölmeden önce 13 tane kaset doldurur ve intihara sürüklenme aşamalarını anlatır. Her kaset hayatına giren o kişinin onu nasıl etkilediğini anlatır. Hissettiklerini, söyleyemediklerini, olayları yaşadığı sırada açıklayamadığı şeyleri anlatır kasetlerde. Tony isimli yakın arkadaşından bu kasetleri ilgili kişilere ulaştırmasını ister. Hannah intihar ettikten sonra bu intiharda etkisi olan herkes bu kasetleri dinler. Lise çağında bir genç kız olmanın ne kadar zor olduğunu görüyoruz dizide. Ergenlik çağında bir öğrencinin, bir kız öğrencinin yaşayabileceği zorlukları gerçek bir empati hissederek izliyoruz.



İlk sezon ikinci sezona göre izleyici için çok daha kolay. İlk sezonda Hannah’nın haklı olduğu sorgulanmaz. Çünkü genellikle Hannah’nın açısından izleriz olayları. Arkadaşlarının onu nasıl hayal kırıklığına uğrattığına, lisedeki erkeklerin ne kadar acımasız olabileceğine, lisede erkek olmanın ve popüler ortamlarda bulunmanın erkekleri zorba bir karaktere sürüklediğine şahit oluruz. Ortamlara uyum sağlamak zorunda olan gençlerden oluşan koca bir topluluktan oluşur lise. Bu uyum sağlama sürecinde olmadıkları bir kişi gibi davranmak zorunda kalabilirler. Başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğünü çok fazla önemserler ve kendilerine göre uygun olmayan bu düşünceleri bir şekilde başkalarının hayatlarını kötü anlamda etkileyerek düzletmeye kalkarlar. Hannah, tecavüze uğramıştır. Tecavüze uğramadan önce de güvendiği erkeklerin ihanetine uğrar. “Uygunsuz” fotoğrafları herkesin cep telefonunda gezer. İnsanlar onun hakkındaki dedikoduları sürdürmeye ve abartmaya devam ederler. Ve biz bunları izlerken sürekli Hannah’yı haklı görürüz çünkü  her şeyi kendisi anlatır. İkinci sezon biraz farklıdır... Asıl anlatmaya değer bulduğu kısım da burası...

İkinci Sezon

İkinci sezon, ilk sezona göre izleyici için daha zordur. Senaristler izleyiciyi zorlar. İlk sezonda net bir iyi ve net bir kötü varken ikinci sezonda izleyicinin kafası oldukça karışıyor. Yönetmenler ve senaristler izleyiciyi bir nevi sınava tabii tutuyor.



Hannah tecavüze uğramıştır evet ama izleyici ikinci sezonda anlatılanlara rağmen hala Hannah’yı haklı bulabilecek mi? İzleyici burada bir nevi bir sınava tabi tutulmuştur. Hannah’ın ailesi okulu dava etmiştir. Okulun kızının zor durumda olduğunu belli etmesine rağmen onu kurtarmak için bir şey yapmadığını söyler ve diğer gençleri aynı sondan kurtarmaya çalışmak için uğraşır. Kasetlerde anlatılan öğrenciler mahkemeye çağırılıp ifade verir ve olayları bir de onların gözünden dinleriz, izleriz. Hannah’nın cinsel yaşama başlamak isteyen bir genç kadın olduğunu görürüz. Kasetlerde yer alan erkeklerle olan flörtleşmelerini görürüz. Ama ortada bir gerçek vardır. Bu kız tecavüze uğramıştır. İstemediği bir cinsel birliktelik yaşamıştır. Rızası olmadığı bir birliktelik yaşadığı aşikardır. Ama izleyici Hannah’ın cinsel olarak aktif ve hevesli olduğunu bile bile hala onu haklı bulacak mıydı? Yoksa Hannah da şöyleymiş, böyleymiş mi diyecekti?


Hannah’a tecavüz eden Bryce Walker karakteri Hannah dışında başka kızlara da aynı şeyi yapmıştır. Ve garip bir şekilde o kızlarla fotoğraflar çekerek bu olayı belgelendirmiştir. Fotoğrafların değeri büyüktür. Bryce’ın şu anki sevgilisi Chloe onu sever ve ona güvenir. Olayları Jessica’nın psikolojisinin bozuk olmasına verenlerin anlattıklarına inanır. Oysaki Bryce ona da tecavüz etmiştir. Tecavüze uğrayan ve bu olaya dek okulun popüler kızları arasında olan Jessica da ifade verecektir. Ancak ifadesi konusunda çok endişelidir. Yaşadıklarını bir kez daha anlatmak ona oldukça zor gelir. Mahkeme ortamı çok gergindir. Okulun savunuculuğunu yapan avukat işinde oldukça başarılıdır ve ifade veren gençleri manipüle etme konusunda oldukça usta davranır. En sonunda gençler pes ederek ya da dediklerinin çarpıtılmasına şaşırıp kalarak söylemek istediklerinin başka yerlere gitmesine müdahale edemezler. Hannah’ya yardımcı olmak isterken işi daha kötü bir boyuta sürüklerler ve bundan dolayı daha büyük bir vicdan azabı çekerler. Hannah, bu sezonda bir sanrı olarak karşımıza çıkar. Onu sadece en yakın arkadaşı ve ona aşık olan Clay görebilir. Clay ikinci sezon boyunca Hannah’ya birçok soru sorar. Ancak Hannah hiçbirine cevap veremez, yalnızca şunu söyler: “Sen neye inanıyorsun Clay? Neye inanmak istiyorsun? Aslında izleyici olayları Clay gibi görür. Clay anlatılanlara, Hannah’nın ona anlatmadığı şeylere çok sinirlenir, bozulur. Bazen pes etmek ister. Hayatına devam etmek ister. Ama Hannah onun için çok değerlidir. Yapamaz. Belge toplamaya çalışır, ifade verecek kişilerle konuşur. İfade vermeye çekinen Jessica ile konuşur ve onu ifade verme konusunda cesaretlendirir. Aynı zamanda Jessica’nın hakkını da korumak ister. Sonuç olarak bu olaylar zincirinde mağdur olan tek kişi Hannah değildir. Kendi de ifade verir. Bütün amacı Hannah’yı korumak olduğu halde avukatın manipüle etme gücü sayesinde kafası karışır ve olaylar daha da zor bir hale gelir.


Süreç boyunca Hannah’nın annesinin mücadelesine de şahit oluruz. Kızının aslında ne kadar çaresiz olduğunu anladıkça, eski konuşmaları aklına geldikçe kendini suçlu hisseder. Hayatının o dönemini bu davayı kazanmaya ve okuldaki bu zorba düzeni bozmaya adar. En sonunda davayı kaybederler. Babasının annesini aldattığını öğrenen Hannah’nın intiharının ailesinden kaynaklandığına ikna olan jüri okulu suçlamaz.


26 Haziran 2018 Salı

Minimum Sürede Maksimum Kahkaha: Sitcom

Dünyada ve Türkiye’de televizyon kültürünün vazgeçilmez komedi türlerinden biri olan sitcom dizileri diğer türlere göre bazı farklılıklar gösteriyor. Kısa sürede maksimum kahkahayı hedefleyen sitcomlar kitleler tarafından oldukça seviliyor. Peki, durum komedisi olarak Türkçe’ye çevrilen sitcom nedir?



(Bu yazı Rengâhenk Dergisi’nin 39. sayısında yayımlanmıştır.)
Ülkemizde mizah ve komedi deyince akan sular durur. Özellikle internetin ve sosyal medyanın herkes tarafından ulaşılabilir ve kullanılabilir olmasıyla beraber ortaya çıkan yeni komedi araçları mizah ve güldürüyü hem tüketmemize hem de üretmemize imkân sağlıyor. Sitcom Türkiye’de tam anlamıyla oturmamış bir kültür olsa da televizyonlarda yayınlanan komedi dizileri birçok yönüyle sitcom türüyle benzer özellikler gösterebiliyor.
Sitcomun ne olduğundan başlarsak devamındaki karşılaştırmalar da kolayca anlam bulacaktır. Sitcom yani durum komedisi (situation comedy) ana karakterlerin belli başlı mekânlarda başlarından geçen olayları anlatır. Durum komedisinde karakterlerin başına gelen olaylar ve bu olaylara verilen tepkiler asıl komedi unsurlarını oluşturur. Bu tür dizilerde oldukça abartılı ve fevri tepkiler görebiliriz. Bu yönüyle sitcomu tiyatroya benzetmek yanlış olmayacaktır. Stüdyoda seyircilerle beraber çekilerek başlanan bu komedi türü farklı mekânların çekildiği setlere bölünen platolarda televizyon dünyasında varlığını sürdürmüştür. Ancak seyircili çekim geleneğini sürdüren “Hot in Cleveland”, “The Big Bang Theory” gibi diziler de hala mevcut. Hatta birçoğumuz için oldukça değerli bir yapım olan Friends’in de seyircili çekildiğini biliyor muydunuz?
2. Dünya Savaşı’nın kasvetli atmosferini ortadan kaldırmak için önce radyoda başlayan bu komedi türü daha sonra televizyon ortamına taşındı. Televizyonda yayınlanan ilk sitcom örneği BBC yapımı “Pinwright’s Progress” olarak bilinir. İngiliz yapımı olan dizi 1946 ve 1947 tarihlerinde yayınlandı. İlk Amerikan yapımı sitcom ise 1947 yapımı “Mary Kay and Johnny”.
“Sitcom Böcükleri”
Sitcomların vazgeçilmezi olan gülme efektleri, dizi seyircili çekim değilse sonradan eklenir. “Sitcom böcükleri” ismiyle bilinen bu sesler, türün ilk ortaya çıktığı dönemlerde yani 50’lerde kaydedilmiş seyirci seslerinden oluşmaktaydı. “Laugh track” olarak bilinen bu seslerin gerekliliği oldukça tartışılan bir meseledir. Gülme efektleri bize nerede gülmemiz gerektiğini söyleyen bir uyarıcı mı yoksa dizinin temposunu korumaya yardımcı bir unsur mudur? “Community” isimli Amerikan yapımı sitcom dizisi gülme efekti kullanmadan altı sezon boyunca devam etti ve bir izleyici olarak söylemeliyim ki bu tür diziler, seyirci ile tamamlanıyor. Seyirci için diyalogları ve olayları takip etmek çok daha önemli bir görev oluyor. Anlaşılmamayı göze alan ancak seyirciden büyük değer kazanan bir dizidir Community.
Sitcomlar Bölüm İçinde Sürükleyicidir
Sitcomlar, uzun sezonlara yayılsa da, her bir bölüm diğer bölümün hikâyesi üzerinden ilerlese de olaylar bağımsızdır. Yani bir bölümdeki mevzu genelde diğer bölüme kalmaz, yaşanır ve biter. Bir sonraki hafta aynı karakterlerle bambaşka bir hikâye izleriz. Diğer diziler gibi “Acaba çocuğun annesi kim çıkacak?” gibi uzun vadeli gizemlerle dolu değildir. Sitcomlar, seyirciyi kendi süresi içerisinde güldürmeyi amaçlar. Size kahkaha attırarak hızlı tüketilen bir mizah ihtiyacını karşılar. Bu sığ bir amaç gibi görünse de bu tür dizilerde replikler ve karakterlerin tepkilerinin zekiliği oldukça önemlidir. Kimileri tarafından tiyatronun televizyona taşınmış hali olarak nitelendirilen durum komedisi dizilerinin en önemli özelliklerinden birisi zekâ dolu replikler ve diyaloglardır. Karakterler en kısa sürede en uygun cevabı vererek ortadaki konuyu ya da problemi çözmek durumundadır. Karakterlerin “catch phrase” denen meşhur laflarının dışında tekrara düşmeden komik yanlarını sürdürmeleri beklenir.
Sitcom Süresi Ne Kadar Olmalı?
Geleneksel sitcom kültüründe maksimum süre yarım saattir ve bu yarım saatin altı dakikası reklama ayırılır. Ancak Türk televizyon geleneğinde bu süre standart bir dizinin özet kısmına bile karşılık gelmez. Dizi uzunluklarının ortalama iki buçuk saat olduğu Türk televizyon endüstrisinde sitcomun içerik özelliklerinin tam anlamıyla uygulandığı söylemek mümkün değil. Her bölümde aynı mekânların ve kişilerin kullanılması, “sitcom böcüklerinin” yer alması gibi özelliklerin haricinde sitcomun hızlı akan olay örgüsünü Türk televizyonlarında göremiyoruz. Çünkü gerek duyulmuyor. Yirmi dört dakikaya tanışma, çatışma, çözümü sığdırmaya çalışan Amerikalıların aksine bizler asıl olayı yaklaşık iki buçuk saate yaymaya çalışıyoruz. Amerikan ve Türk yapımı sitcomların mizah önceliklerinin farklı olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel durum komedisinin en belirgin özelliği karakterlerin bir olaya ya da bir repliğe verdikleri görsel ve sesli tepkilerdir. Mimiklerin ve tonlamanın oldukça önemli olduğu bu türde uzun yakın planlara yer yoktur. Oysaki Türk dizilerinin en sevdiği çekim planı olan yakın çekim yani “close up” ve hatta daha da yakını “aşırı yakın çekim”dir (extreme close up).
Yapımcı ve Seyirci Açısından Ekonomik
Sitcomlar, genellikle platolarda çekilir ve aynı mekânlar kullanılır. Bu yüzden düşük bütçeli yapımlardır. Bu yönüyle özellikle Amerikan televizyon endüstrisinin vazgeçemediği bir türdür. Aynı sebepten Türk televizyonlarında da uzun süredir tercih edilen bir türdür. Minimum mekan ve ana karakterin yer aldığı sitcomların izleyici için de ekonomik olması gerektiğini düşünüyorum. İzleyici için ekonomik olmak ne demek? Ayırdığımız zamanın belli bir süreyi aşmaması gerekiyor. Amerikan sitcomu bu geleneği adil bir şekilde oturtmuş durumda. Minimum bütçe ile bir dizi çekiliyor ama izleyici de ekran karşısında gereğinden fazla tutulmuyor, yani ekonomik bir gelenek oluşuyor. Ancak Türk televizyonlarında minimum bütçe maksimum süre prensibi uygulanmakta. Sitcom olarak tanımlanan “Çocuklar Duymasın”, “En Son Babalar Duyar” ve “Ayrılsak da Beraberiz” gibi ses getiren komedi yapımları zaman unsuru dışındaki bütün sitcom özelliklerini taşıyor. Ancak sektörün de izleyicinin de yakındığı bir sorun olan aşırı uzun yayın süreleri bu ekonomik dengeyi koruyamıyor.
Sitcomları Karakterleri İçin Severiz
Favori sitcom dizinizi düşündüğünüz zaman karakterler arasındaki mükemmel uyumun farkına varacaksınız. Özellikle bir arkadaş grubunun hayatlarını konu alan sitcomlardaki dostluğun sıcaklığı ve samimiyeti bizi o televizyon dizisine daha da çok bağlar. Tüm zamanların en sevilen sitcom dizilerinden biri olan Seinfeld de bu samimi dizilerden biri. Dizinin ana karakterlerinden biri olan George Costanza’yı canlandıran Jason Alexander Amerikan televizyon tarihini arşivleştiren bir kurum olan “Archive of American Television”a verdiği bir röportajda senaryolarda sadece diyalogların yazdığını ve geri kalan hareketlerin ve tepkilerin oyuncuların birbirine yardım etmesiyle oluştuğunu söyledi. Alexander’ın verdiği demeçlere göre dizinin ana karakterleri olan Jerry, George, Elaine ve Kramer stand up sahnelerinden bölüm çekimlerine kadar hep dayanışma içinde olmuş. Böylece herkes tarafından bilinen ve sevilen bir dizi olan Seinfeld ortaya çıkmış.
İzlenilesi Sitcomlar
Friends
Dünya çapında çok sevilen ve fenomenleşen sitcomlardan bahsetmek gerekirse bu konuya kesinlikle Friends ile başlamak gerek. Dizi altı yakın arkadaşın hayatının konu alıyor ve mekanlar genellikle Monica isimli karakterin evi ve alt kattaki kahve evi Central Perk’te geçiyor. Karakterlerin ilişkileri ve iş hayatını oldukça komik bir dille anlatan dizi 1994 yılında başlayıp 2004 yılında sona erdi. Evlilik konusunda şansı hiç yaver gitmeyen Ross, kontrol delisi Monica, sıra dışı Phoebe, çapkın Joe, acayip kariyer planları olan Rachel ve sinir bozucu derecede komik olan Chandler’dan oluşan bu ekip 10 yıl boyunca o kadar uyumlu bir şekilde ekran karşısında bizleri güldürdüler ki bu oyuncuların diziden bağımsız bir hayatı olması fikri biraz yürek burkuyor.
Dizinin kaliteli mizahı ve harika oyunculuğu ve dışında bizleri ekrana bağlayan bir diğer unsur ise dizinin yayınlandığı bu 10 yıl içerisinde karakterlerin giyimlerinin, saç modellerinin yani dönemin modasının nasıl değiştiğine ve oyuncuların yüzlerindeki çizgilerin nasıl çoğaldığına şahitlik etmek. Diziyi bitirdiğinizde ilk sezonlara kısa da olsa bir dönüp bakmanızı tavsiye ederim, duygulanacaksınız.
Seinfeld
Seinfield 1989–1998 yılları arasında yayınlanmış bir durum komedisi. Tüm zamanların en sevilenlerinden birisi olmayı başaran Seinfeld, hepimizin günlük hayatında başına gelen olayları ve durumların aslında ne kadar komik olduğunu görmemizi sağlıyor. Dizi her bölüm bir stand up şovmeni olan Jerry’nin sahne performansıyla başlıyor. Devamında ise ailesi ve arkadaşlarıyla olan etkileşimi mizahi bir dille anlatılıyor.
Avrupa Yakası

Türk televizyonlarında sitcom mantığına belki de en uygun olan dizidir. Aslı isimli bir editörün hayatını anlatan dizi genelde ailesiyle beraber yaşadığı Nişantaşı’ndaki evinde ve iş yerinde geçer. Türkiye’de mizah alanında çok önemli bir isim olan Gülse Birsel’in senaristliğini üstlendiği bu yapım aynı zamanda naif bir aile dizisi olarak akıllarda kalmıştır. 2004 ve 2009 yılları arasında yayın hayatını sürdüren dizinin yönetmenliğini Sinan Çetin yaptı. Kaliteli oyuncu kadrosu ile keyif alarak izlenebilecek bir Türk sitcom yapımı.

11 Şubat 2017 Cumartesi

Engellesek Bir Dert Engellemesek Olmuyor




Hayatımızdan çıkarmak istediğimiz birini sosyal medyadan engellediğimizde o kişi artık yokmuş gibi olacağını düşünebiliriz. O kişi hala var, ve eğer sizi arama çubuğuna yazıp da bulamıyorsa engellenen kişide de bazı hissiyatlar oluşabilir.



"Nasıl ya?": Bu tepkiyi veriyorsanız üzülmüşsünüzdür, baya dokunmuştur. Çünkü bunca zaman beraber zaman geçirdiğiniz, muhabbet ettiğiniz, çay içtiğiniz insan sizi hayatından çıkarmanın gerçeğe en yakın temsili hareketini yapmıştır. Belki kavga ettiniz, belki rahatsız ettiniz, belki sevgiliydiniz ayrıldınız. Böyle durumlarda genelde karşı taraf da engeller ki engellemelidir de. Engelleyen kişi özellikle eğer sevgiliyseniz illaki birkaç stalk girişiminde bulunacaktır, o kişiye gösteriş yapmaktansa ona stalk imkanı vermemek daha iyi bir yöntem ve "al sana engellemek" yöntemidir.

"Sen kim beni engellemek ya?": Bu tepkiyi ya henüz çıkmaya başlayı hemen ayrılan çiftler ya da kavga eden arkadaşlar verebilir. Üzülmekten ziyade sinirlenmiştir ve 3 saniye içinde o da karşıdaki kişiyi engeller, düşünmez bile. Makul bir hareket. Bu kişilerin engellendiğini ilk fark ettiğindeki yüz ifadesi aşırı gergin ve 4-5 mimiğin birleşmesinden oluşur. 


Engellediğimiz kişiyi bazen hayatımızdan çıkarmak için engellesek de bazen onun iyiliği için yaparız bunu hatta engellenmeyi de makul buluruz. Çünkü; artık hayatımızda olmayacak bir insanın hayatımızı takip etmesini istemeyebiliriz. Uzun yıllar yüz yüze bakmış olsak da neşeli bir fotoğrafımız ya da eğlenceli bir snapimiz onu üzebilir. Ya da "Bak bak bana nispet yapıyor" dedirtebilir. Hiç bu kasıntı hissiyatlara girmemek ve karşımızdakini de bu durumlara sokmamak için engellemek o kadar da mantıksız ve ayıp bir çözüm sayılmaz. Paylaşımlarımızı spesifik bir insana göre iki kere düşünerek paylaşmak durduk yere bir beyin yorgunluğu değil de ne?

İstemediğimiz kişiler tarafından takip edilmek hiçbir zaman hoş değildir. Engellemenin en büyük rakibi olan "stalk" kurumu da bu yüzden ortaya çıkmadı mı zaten? Karşımızdakinin haberi olmadan sessiz sedasız ne yapıyor ne ediyor bakmak... Hastalık boyutuna ulaşabilecek bir alışkanlık olan stalklamak bazen beklemediğimiz gelişmelere tanık olmamıza da sebep olur ama stalker kendi kaşınmıştır bu durumda. Stalklamayaydı.



Engelleyip engeli kaldırıp karşıdakine ayıp etmeden takibi bırakmak. Oldukça sinsi ve işe yarar bir taktiktir. Karşımızdakinin paylaşımları aşırı sinir bozucu olabilir. Ve eğer Instagram denen platformdan takipleşiyorsak "mute" modu da yoktur Twitter'daki gibi. Takipten tek taraflı çıkmak ters gelebilir, karşıdaki "sen kim köpek" demesin isteyebilirsiniz. Takipten çıkarken onun da sizi takipten çıkmasını sağlarsınız bu şekilde. Karşıdaki bunu fark ettiğinde "ya biz takipleşmiyor muyduk?", "yeni hesap açtı herhalde" gibi tepkilerde bulunabilir. Tabii o da sizin gibi bir sinsi değilse eğer....

Engellemenin insan ilişkileri boyutundaki bu sosyolojik yazı hayatınıza ne kattı bilmiyorum ama videomu beğenip kanalıma abone olursanız çok sevinirim. (sarcasm alert)

4 Aralık 2016 Pazar

Benden Sana Dijital Bir Merhaba



Hepimizin hayatının önemli bir parçası sosyal medya. Hatta öyle ki, kendi karakterimizin ve varlığımızın bir parçası haline geldi. Biriyle tanıştığımızda hemen sosyal medyasına bakma ihtiyacı hissediyoruz. Neden? O kişi hakkında bilgi edinmek ve o kişiyi daha iyi tanımak için. Evet bilgi edinebilirsiniz ama paylaşımları ile o kişiyi tanıyabilir misiniz?

Aslında tanıyamayız demek isterdim ama ben de bu yönteme başvuranlardanım. Kişinin paylaşımları, paylaşımlarının kalitesi, imla kurallarına dikkat edip etmemesi hepsi oldukça önemli. Kişisel paylaşım yaparken kimse sosyal medya uzmanı olarak paylaşım yapmıyor tabii ki ama yine de  üst üste 10 tane selfie paylaşılan bir profil de biraz şey kalıyor...

İş Hayatında

İnsanların hayatlarında olan bitenleri merak ediyoruz ve kendi hayatımızı da insanlara göstermek istiyoruz. 2016 yılında bunlar artık yadırganacak şeyler değil. Tabii ki göstereceksiniz yaptıklarınızı. Hatta kariyeriniz için kendi isminizi markalaştırmak adına oldukça da önemli. Eğer bir firma ya da işveren sizi ''Google'ladığı"nda (bu fiili çok seviyorum) hakkınızda bir şey bulamazsa ya da bulduysa da hiç aktif kullanılmayan hesaplarla karşılaşırsa kafasında soru işaretleri oluşabilir. Elbette bu sizin ne işle meşgul olacağınızla da alakalı ancak iletişim, medya ve dijital sektörde durum böyle. Ancak aktif olacağım diye Twitter'da ona buna 'mention' atıp, Facebook'ta günün anlamlı sözlerini paylaşmayın. Eğer kullanmayı gerçekten sevmiyorsanız zorlamanın alemi yok. Eski usül yöntemlerle tanıyacaklar sizi.

Canım Dostlarımız

Özellikle Instagram fenomenleri üzerinden dikkatimi çeken bir şey bu; birbirlerinin fotoğraflarının altına muhakkak "Hacı takipteyim, iyi gidiyorsun" temalı bir yorum bırakıyorlar. Bu ya "İyi akşamlar dostum.." ya da "Harika çalışma,eline sağlık" şeklinde oluyor ya da sadece kalp ve öpücük emojisi (moda bloggerları çoğunlukta) olarak karşımıza çıkabiliyor. Sırf ayıp olmasın diye. Sırf o beni "laykladı" ben de onu beğeneyim diye. Dijital bir selam vereyim diye... İşte bu nokta bana biraz samimiyetsiz geliyor.

Gönül İşleri 

Artık romantizm ve ilk intiba da değişti değil mi? "Çok hoş çocuk/ kız, Instagram'ı var mı?" ya da "Beni Instagram'dan ekledii!" cümleleri tanıdık gelmiyor olamaz. Kabul edin hepimiz bu bataklığın içindeyiz. Instagram'dan ya da Snapchat'ten attığımız hikayeyi görüntülemesi ya da onun attığı hikayeyi bizim görüntülememiz aslında bir çeşit etkileşim değil de ne? Fotoğraf paylaştığımızda beğenmesi... Hani yolda yürürken karşılaşırsın da konuşmadan başınla bir selam verirsin ya... ona benzetiyorum ben. Bazen üzüyor ama. Karşınkinle uzun uzun sohbet etmeden onu ne kadar tanıyabilirsin ki? Nelere güldüğünü bilmeden, nasıl güldüğünü bilmeden ne hissedebilirsin ki? İşte bu dijital merhabalar can sıkıcı. Kanlı canlı bir merhabanın yerini tutabilir mi? İstediği kadar şey paylaşsın, paylaşalım; kendi sesinle ona hitap ettiğin bir cümle kadar etkili olamaz, olmamalı.

Black Mirror 3. sezon "Nosedive" isimli bölüm tam da bizim sosyal medya hesaplarımızla var olmamızla alakalı bir bölüm, görsel de o bölümden. İzlemenizi tavsiye ediyorum.

17 Ekim 2016 Pazartesi

Bir Distopya Olarak: Black Mirror


Black Mirror'ı yaşıyor muyuz? 

Aşırı teknolojiden ve modernlikten bir hal olduğumuz şu günlerde Black Mirror gibi bir yapım bizi omuzlarımızdan tutup iyice bir silkeliyor. İçinde yaşadığımız bu 'modern distopyayı' bir ayna tutarak bize gösteriyor.
Black Mirror'ı izledikten sonra bir kez daha karar verdim ki, en önemli ve meşhur distopyalardan biri olan George Orwell'in 1984'ündeki Büyük Birader aslında bugünün bilgisayarları, iCloud hesaplarımız. Konu hakkında biraz sarkastik bir bakış açısı görmek isteyenler 'South Park'ın 15. sezonunun ilk bölümünü izleyebilirler. Yanlış anlaşılmasın, asla karşı değilim bu tarz gelişmelere. Daha da çok olsun hatta. Ama kontrolü bizim elimizde olsun. Kumandayı başkasının eline verirsek o zaman işimiz zor. İşte bu yüzden yerli yazılım üretmek ve kullanmak oldukça önemli ve biz bu konuyu gerçekten hala anlayamadık.


 Yoksa Cesur Yeni Dünya'nın içinde miyiz? 

Bütün teknolojik imkanların önümüze serildiği, sosyal ilişkileri belirleyen kıstasın Facebook üzerinden arkadaş olup olmamaya bağlı olduğu, bizden önce takipten çıkan kişinin artık kara listemizde olduğu ve sürekli tüketmeye yönelik içerikleri ürettiğimiz bu dönem bana bu distopyayı da hatırlattı. 



Black Mirror'a geri dönersek... 

Muhtemelen ilk bölümü izledikten sonra ne izlediğinize anlam veremeyeceksiniz. Ama izlediğiniz her şeyden farklı olmasının verdiği tat gerçekten çok güzel. İzlemeye devam edin.
Spoiler vermeden bahsetmek oldukça zor ancak duygularımızın yerine geçmeye çalışan ya da duygularımızı şekillendirmeye çalışan teknolojinin nereye kadar gidebileceğini görüyorsunuz bu mini dizide.  Yapay zekanın gerçeğe ne kadar yaklaştığını göreceksiniz. Aslında şuan olmayan şeyler değil, sadece biraz abartılarak anlatılıyor. Konuştuğumuz, söylediğimiz her şeyin kaydedildiği bir dünya hayal değil, o dünyanın içinde yaşıyoruz. Sadece beynimize bir çip yerleştirmiyorlar, ama biz yine de her şeyin kaydedilmesini sağlıyoruz. Ya da teknoloji dolu bir odada hapis edilmiyoruz, o odadan gönüllü olarak dışarı çıkmıyoruz. İzlerken yine 'O' dünyanın acımasızlıklarımı göreceksiniz. Sadece eğlence ve para kazanmak için bir insanla nasıl oynandığına ve işkence yapıldığına şahit olacaksınız. Ama bizim yaptıklarımızdan, bizim dünyamızın acımasızlıklarından daha fazla olmadığını izledikten sonra idrak edeceksiniz.


Konu ile ilgili yorum yapabilirsiniz. Diziyi izlediniz mi? Sevdiniz mi? Aşırı mı buldunuz? Yazın rahatlayın.

24 Haziran 2016 Cuma

İzledim: Friends


Dünyanın en güzel dizisi ünvanını hakeden bir dizi diyerek Friends'ten bahsetmeye başlamak istiyorum.

Friends 1994 yılında başlayıp 2004 yılına kadar süren bir sit-com yani durum komedisi. Kıyaslayarak anlatmak gerekirse ''How I Met Your Mother'' ile benzetebileceğimiz ama çok daha naif bir akışı olan bu dizi bağımlılarını tam bağımlı yapıyor. Geçtiğimiz günlerde bu diziyi ikinci defa bitirdikten sonra artık kesinlikle yazmam gerektiğine karar verdim.

Dizi 6 arkadaşın hayatını konu alıyor. Genellikle Monica'nın evi ve hemen alt kattaki kahve evi  Central Perk'te geçen dizi genellikle ilişkiler ve iş üzerine komik hikayelerden oluşuyor. Evlilik konusunda şansı hiç yaver gitmeyen Ross, kontrol delisi Monica, sıra dışı Phoebe, çapkın Joe, acayip kariyer planları olan Rachel ve sinir bozucu derecede komik Chandler'dan oluşan bu ekip gerçek aşk konusunda çok çaresiz. Ama tabi ki aralarından bazıları gerçek aşkı yakalıyor (spoiler vermemek için kendini zor tutuyor).
Aslında diziyi baştan sona izlediğimizde hayatımıza ne kadar çok insanın girip çıktığını farkediyoruz. Hayatımız tam anlamıyla düzene girdiğinde kimler hala yanımızda kalacak? Hangi arkadaşımızla hala görüşüyor olacağız? Hayatımızı paylaşacağımız kişi kim olacak? Bunları sorgulatıyor dizi. Belki de ben sorguladım sadece ama sorgulanmalı...

''Dizi Çok Eski Adapte Olamadım''
Bu ve bunu gibi söylemleri diziyi en fazla 2 bölüm izleyenler tarafından duyabilirsiniz. Nerden mi biliyorum? İlk bölümü izledikten sonra uzun bi süre izlemedim çünkü çok eskiydi... Ama bir şans daha verdim ve olayların içine girdikçe gerçekten tat almaya başladım.


''Ben En Çok Hanginine Benziyorum Ya''

Evet bu soruyu soruyorsunuz kendinize. Kendinizi bir karaktere benzetmek istediğinizde  buna karar veremiyorsunuz çünkü hepsinden biraz var sizde. En sevdiğiniz karakter ise bir şekilde sivriliyor zaten. Benim en sevdiğim karakter Chandler. Evet şaşırtıcı ama benim favorim o. Esprileri ne kadar aşağılansa da ben ekran başında baya kahkaha atıyorum mimiklerine, konuşmalarına.

Karakterlerin Şimdiki Haline Bakınca

Dizinin 1994 yılında yayın hayatına başladığını düşündüğümüzde oyuncuların şuanki hali oldukça farklı olacak. Hatta ilk sezonu izledikten sonra merak edip hepsinin güncel fotoğraflarına baktım ve gözlerim doldu. Diziyi izlerken de 10 yıl boyunca onlarla yaşlananlar olmuştur eminim. Ama bütün diziyi şöyle birkaç ayda bitiren biri olarak onların yaşlanmasını, olgunlaşmasını ve değişmesine o kadar hızlı tanık oldum ki adapte olamadım bu değişime. Bazen 7. sezondan 1. sezona atlıyorum ordan 3. sezona atlıyorum derken Monica'nın evi dışında her şeyin değiştiğine şahit oldum. Saç modelleri ve kıyafetlerin değişimini gözlemlemek çok zevkli olacak.

Sonuç olarak diziye bir şans vermenizi tavsiye ederim, şiddetle...

10 Haziran 2016 Cuma

The Thoughts of a Near-Human by Doris Lessing


Güzel bir kısa hikaye olan The Thoughts of a Near-Human hakkında kısa bir analiz yaptım. Hikayeyi okumayanlara şiddetle tavsiye ediyorum. Fantastik denebilecek olan bu kısa hikayede insanlık için küçük bazı şeylerin aslında ne kadar büyük olduğunu görüyoruz. Mesela ateş yakmak!



In this short story, we can observe some concepts like dilemma, and defamiliarization. The language used in the story is so simple that lots of words are described in details because the protagonist in the story, Yeti-like creature, is too primitive. When the author defines these world she makes the familiar word unfamiliar. She makes us ask “She is talking about a horse right?” and we realize some other points of the “thing” which are stayed in the background. 
Dilemma is also an used element in this story. The protagonist wants to be near the human inhabitants in the village on the other hand he doesn’t want to lose his brothers. He found humans very fascinating and wants to live and work with them. Yet, he wants to see his brothers when he arrives his cave home. It is a situation which humans experience in their life and this choice between humans and Yeti-brothers may be a metaphor of it.

We can see that there is not only one type for each creature. In the story there are humans and Yeti-like creatures and they are also different among themselves. Humans are like a friend to the narrator. They are beautiful, soft, without hair in their body and they are nice for him. But one day, he was trapped by humans as well, not by his friends but by humans. “Now I knew They were not my friends, not as I thought They were. And my brothers were not my brothers, they would kill me if I went close to them”. He understands there is not just one type of human. There are bad ones too. And he has already known that he was different from his brothers. He should have been born as a human. Unlike his brothers, he is very impressed by humans. After meeting with humans, protagonist has changed a lot. He learned courtesy and social decorum and his beauty concept has changed a lot. He doesn’t like their females anymore and he thinks humans are more aesthetics.

When we look into the language used in the story, we observe the defamiliarization to define some words. As it was mentioned above, words are described in a different way. For example instead of saying “horse”, author prefers to say “They are big animals, bigger than They are or we are. And they have four legs, like a deer, but they are bigger than even our biggest deer. They have long hair falling from their necks, black hair and it reminded me of the Female’s hair.” Author describes the object by giving details like talking to a child. She also uses ‘covering’ instead of saying ‘clothes’: “We have hair over us and that keeps us warm. And then thought, But They do have a covering, like a bark or like the leaves we hold over our heads when it is hot.”
He usually calls humans "They" with the capital 'T' and it reflects how humans are important for him. He also says 'Others' and 'Females' to refer humans. He is aware of that they are more intelligent than him and his brothers. He admires humans because they can control the fire and his brothers just cannot do it. They wear 'covering' so that they won't cold. These simple things are too big for him. Even the idea of collecting food in their home like humans is a very big idea. These are very basic daily routines but if we focus on what is written, these are very important, because in Russian formalism, the language is more important than the truth.

We read the story in the eyes of ‘Yeti’ and his little, primitive mind. Lessing uses him as a messenger to express her words. Author makes protagonist speak in his own way so that the fiction would be more realistic.